“Soğanları pembeleşinceye kadar kavurdu kadın. Biraz domates rendeledi, bir kaşık da salça ekledi. Akşamdan suya ısladığı fasulyeleri döktü üzerine. Biraz tuz serpti, çok az da şeker. Kırsın diye ev yapımı salçanın ekşisini. Önce harlı ateşte kavurdu biraz, sonra kısık ateşte uzun uzun pişirdi. Serdi keten masa örtüsünü, koydu üzerine iki tabak, ortaya da b
Yıllar önceydi, sene 1972 O zamanlar genç bir gazeteciydim. Türkiye’den bir grup insan, İsrail’e resmi ziyarette bulunuyorlardı. Biz de gelişmeleri izlemek için oradaydık. Bir sıcak Mayıs akşamıydı. Her ziyarette olduğu gibi sıradan bir işti anlayacağınız. Ziyaretin dördüncü günü bize tarihi ve turistik yerleri gezdirmeye başladılar; kafile olarak Mescid-i Aksa’y
Cuma namazındaydık. Sağ tarafımda yaşlı bir adam, onun sağında ise tek kişilik boş yer vardı. Yaşlı adam, farza kalkarken arkaya döndü ve boşluğun gerisinde duran 14-15 yaşlarındaki gence:– Saf’ı doldur evlat, dedi. Gel yanıma.Çocuk, mahcup bir ifâdeyle:- Mümkünse burada kılmak istiyorum, diye kekeledi. Oraya başkası geçebilir.Yaşlı adam, çocuğun üzer
Duyumların pınar olup taştığındaUlaşmak için nehir aradığındaYüreğin parça parçaÇiçeklerin kokusunu soluduğundaŞahlandığında basmak için bağrınaHeyecanla kendine koş.İstanbul’un taşlı sokaklarından, Nagihan Teyzenin evine doğru yürürken onu ne halde bulacağımı düşünür, her seferinde kapısını korkarak çalardım. Hasta olduğunda, beni arar, bulamazsa telâşlanı
Ellerinden öpelim, mutlu kılalım.Adayız hepimiz olmaya dede, nine.Belediye otobüsünden yuvarlanır gibi indi. Cadde kalabalıktı. İnsanlar telaş içinde koşturuyordu.Güneş, yaratılışı gereği ayırım yapmadan yerküreyi sıcacık sarıyordu. Ağaçlar aralıklı olarak asker gibi dizilmiş doğayı seyrediyorlardı. Araba trafiği sel gibi akıyordu. “Dur, Durağı, yok bu şehi