Bir zamanlar, Hintli bir din adamı tozlu bir yolda yürürken yerde parlayan bir taş gördü. Eğilip onu yerden aldı. Aydınlık bir yerde taşı incelediğinde parıltısına hayran kaldı. Bu taşın ne işe yaradığını bilmiyordu. Onu cebine koydu ve yoluna devam etti. Gide gide yolun kenarındaki bir zahire tüccarının dükkanına geldi. Karnı çok acıkmıştı. Cebindeki kırmızı taş
“Bir Yağmur Damlası Doğuyor” “Gökten yağmur indiren de O’dur (Allah’tır) O sudan hem bir içecek olur, hem de hayvanlarınızı otlatacağınız bitkiler çıkar. O suyla Allah sizin için ekinler, zeytinler, hurmalar, üzümler ve her türden ürünler bitirir. Düşünen bir topluluk için bunda bir âyet vardır.”Nahl Sûresi, 10 ve 11. ayetler“Sen Küçükken”, dedi annem
“Bir Rüzgar Nasıl Eser?” “Ve aşılayıcı olarak rüzgârları gönderdik…”Hicr Suresi, 22. ayetGözlerimize İnanamadık! Adam boyunda çıtaları vardı. Üzeri kasapların kıyma sardıkları o kalın yağlı kağıda benzeyen, fakat kırmızı renklisi ve daha incesi ile kaplıydı.Ben diyeyim on metre, siz deyin on beş metre kuyruk. Ama ne kuyruk! Geçip giderken, tiril
tutsak bülbülÇin’in imparatoru, Çin porseleninden yapılmış çok ünlü ve adı dillere destan olmuş güzel bir sarayda yaşıyordu. Porselen saray, özenle yapılmıştı. Çok inceydi. Sanki dokunsan kırılacak gibiydi.Büyük kral, sarayını halkından daha çok seviyordu. Devlet işlerinin dışında kalan bütün zamanını sarayın güzellikleri arasında geçiriyordu. Sarayın içi ve dışı
Aralarında Allah yolunda ilerlemeye karar veren iki kardeşten biri, bu amacına ancak kırlık bir yerde, bir dağ başında ulaşabileceğini düşündü ve bunun için bir dağ başına çekilip çobanlık yapmaya başladı. Diğeri zorluklarına rağmen insanların kalabalık olarak yaşadığı bir yerde bu niyetini gerçekleştirmenin daha doğru ve sevaplı olacağını düşündü ve şehre yerleş